Bu kitap ''En Güzeli Benim Şehrim''eTwinning projesi öğretmen ve öğrencileri tarafından yazılmıştır.

Otuz yaşıma basalı sadece bir hafta oluyordu. Bir gün yan masamda oturan bir kaç kişinin yaşadığım şehirle ilgili ne çok şey bildiklerini fark ettim. Trabzon... Kilometrelerce uzaktan gelip benim şehrimi karış karış gezmişlerdi. Oysa ben 30 senede iki sokak öte gitmemiştim. Çok kızdım kendime ve neden bende onlar gibi olamayayım dedim. Biran da karar vermiştim. Önce kendi şehrimi tanımak istiyordum ve sonrada elimden geldiğince güzel ülkemi.
İlk işim Trabzon'u her yönüyle anlatan bir kitap almak oldu. Sayfaları okudukça şehrimin ne kadar büyüleyici bir yer olduğunu bir kez daha anladım. Güzel bir plan yaptım. Trabzon’un tarihi yerlerini gezmeye, lezzetlerini tatmaya kararlıydım. Ertesi sabah Ayasofya müzesine gittim. Oraya vardığımda müzenin yanında güzel bir mekânvardı. Mis gibi kuymak kokusu geliyordu. İnsanlar oturmuş keyifle kahvaltı yapıyorlardı. Ben de müzeyi gezdikten sonra nefis kuymaktan yedim
Daha sonra ne yapacağıma nereyi gezeceğime kara verebilmek için sosyal medyadan yardım aldım daha önce şehrimize gelen gezginlerin yazdıklarını okudum ve Ayasofya’dan ayrılarak şehir merkezine yürüyerek gitmeye karar verdim. Yolumun üzerindeki Kanuni Sultan Süleyman'ın doğduğu evi gezdim sonra yoluma devam ederek tarihi Zağanos Paşa köprüsünü geçerek meydana ulaştım burada ki Şehir Müzesi’ni gezdim ve yorulduğumu fark ettim bugünlük gezimi tamamlayarak evime döndüm.
Ertesi gün Trabzon gezime kaldığım yerden devam ettim. Meydan ve çevresindeki tarihi yapıları ve sokakları dolaştım. O kadar yorulmuştum ki çay içilebilecek güzel bir mekân aradım yoldan geçen yaşlı amcaya sordum ve bana eliyle göstererek Ganita’ya git dedi. Meydandan kısa bir ürüyüşle deniz kenarında saklı köy gibi bir çay bahçesi Ganita. Tarihi bir yapıda var burada adı Güzelhisar. Ganita’da oturmuş sıcacık çayımı dalgaların falezlere vuran sesiyle birlikte huzur içinde yudumlarken denizde bir balıkçı teknesinin ağını topladığını fark ettim
Martılar teknenin etrafında toplanmış nasiplerini arıyordu. O sırada bir minareden yükselen ezan seslerini duydum ve gözüme tarihi bir cami ilişti. Garsona sesin geldiği yeri sorduğumda tarihi Tavanlı Camii’nin olduğunu söyledi. Çayımı bitirip o tarafa doğru yürüdüm. Göğe yükselen Allah Allah nidaları eşliğinde gözüme Boztepe sırtlarında bir top arabası ve bir mezar ilişti. O tarafa yöneldim. Anıt mezardaki açıklama da Kurtuluş savaşı yıllarında Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ‘in kabri olduğu yazıyordu. Bir an kendimi o yıllarda hissettim. Ruhuna bir Fatiha okuyarak âmin dedim.
Bu gezi beni çok mutlu etmişti, içimde hissettiğim huzurla eve döndüm ertesi günün planını yapmaya başladım. Sümela Manastırı'na gitmeye karar verdim bir kaç arkadaşımı da bu geziye davet ettim. Trabzon merkeze 47 km uzaklıkta bulunan Sümela Manastırı Maçka ilçesinin Altındere vadisinde yer alıyordu. İlçeden yaklaşık 17 km gittik yolun kalan kısmını orman içinden yürüyerek tamamladık. Bu dar ve taşlı yol masallardaki büyülü ormandaymışız gibi hissettiriyordu yolun sonuna doğru kemençe sesi kulağımızı okşuyordu. Manzaraeşsizdi. Sümela Manastırı Bizans döneminde yapılmış iki rahip tarafından yapılmış. Meryem Ana ve Hz. İsa'nın hayatıyla ilgili tasvirleri inceledik. Bu yapı UNESCO'nun Dünya Mirası listesinde yer alıyor
Dördüncü gün gözlerimizi Uzungöl’ü görmek için büyük bir heyecanla açtık ve yola çıktık. Sabah kahvaltımızı Sürmene’de meşhur Trabzon pidesi ile yapmayı planlamıştık. Yolumuzun üzerinde bir pideciye uğradık, Ben peynirli pide, arkadaşım kıymalı pide tercih etti. Mis gibi tereyağı ile gelen pideler lezzetliydi.
Kahvaltımızın ardından Uzungöl’e doğru yola devam ettik. Uzungöl’e vardığımızda bizi muhteşem bir manzara bekliyordu. Gökyüzünün mavisi, bembeyaz bulutlar ve yemyeşil ormandan oluşan bir manzara karşıladı bizi Uzungöl ’de. Uzungöl’ün berrak sularının Karadeniz’e akışı gibi gökyüzünü içimize çektik her nefesimizde.
Trabzon’a 99 km ve Çaykara ilçesine 19 km uzaklıkta, deniz seviyesinden 1090 m yükseklikte bulunan Uzungöl, vadi yamaçlarından heyelan sonucu kayan toprak ve kayaların, Haldizen deresinin önünü kapatmasıyla 1600’lü yıllarda oluştuğu rivayet olunan doğal bir göl. Boyu enine göre uzun olduğu için adına “Uzungöl”demişler.
Uzungöl’ün muhteşem doğasını daha yakından keşfetmek için keşif yürüyüşlerine katıldık. Bisiklet kiralayıp Uzungöl’ün çevresinde gezdik. Bu güzel doğanın içinde güzel kareleri olmasını kim istemez ki. Bizde yüzlerce fotoğraf karesi çekip Uzungöl’de geçirdiğimiz her anı ölümsüzleştirdik.
O eşsiz doğasında yürürken, tırmanırken ve içindeki yerleri keşfederken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Doğasında geçecek zaman içinde mis gibi havasını içinize çektiğimizden olsa acıkmıştık. Uzungöl’ün vazgeçilmezi alabalığı ile güzel bir ziyafet çektikten sonra tavşankanı bir çayla yorgunluğumuzu atmıştık.
Uzungöl’den ayrılmadan önce gölü yukarıdan seyretmek istedik. Uzungöl girişinde bizi karşılayan caminin sağından zikzaklar çizerek bu manzaraya ulaştık. Ne kadar yükseğe çıkarsanız görüntü o kadar güzelleşiyor
Akşam olmuş günbatımıyla yanan ışıkların gölde yansıması ayrı bir güzellik katmıştı Uzungöl’e. Artık dönüş vakti gelmişti o doyumsuz güzelliği geride bırakarak yola koyulduk.
Kaldığımız otele geri döndüm. Kapıda karşılaştığım görevli her zamanki gibi gülümseyen gözlerle:
-İyi akşamlar, nasıl beğendiniz mi gezdiğiniz yerleri, diye sordu.
-Evet, hem de çok dedim. Uzungöl doğa harikası bir yer azıcık kalabalıktı ama diye cevap verdim.
- İsterseniz kalabalık olmayan yaylaları var buraların. İyi bir arabayla gezersiniz.
- Öyle bir aracım yok ki!
- Yarın izin günüm, sizi seve seve gezdiririm.
- Tamam
- Sabah sizi buradan alırım.
Yorulmuştum ve başım da ağarıyordu. Erkenden yattım. Sabah 8.00’de dinç bir şekilde uyandım. 8.30’da bugünkü kılavuzum da geldi.
- Günaydın, ilk durağımız Santa Harabeleri olacak, dedi ve cip tarzı bir araca atlayıp yola koyulduk.
.
Kıvrımlı kıvrımlı ve hemen hemen hiç kimsenin olmadığı yollardan ilerleyerek Santa Harabelerine ulaştık. Yedi mahalleden oluşuyor. Orman içinde huzur dolu yerler.
- Bizden önce İpek Yolu üzerinde kurulmuş yerleşimler bunlar, biraz bakımsızlar dedi kılavuzum. Açıkçası orman içinde böyle bir yer beklemiyordum. Taş işçiliği çok iyi fakat çoğu harap olmuş, üzüldüm. İlerlemeye devam ettik. Artık ormanlar da kayboldu, etrafta yeşil çimenli dağlardan başka bir şey yok
- Çiçekli Yaylası
Bana çok da sevimli gelmedi açıkçası. Arabadan inince gayet samimi bir şekilde karşılandık. İçeri buyur edildik. Sofra kuruldu, süt ve süt ürünlerinden oluşan bir sofra ve buraya özgü bir yemek olan kuymak. Yemek faslından sonra kılavuzum etrafı gezmeyi ve mantar toplamayı teklif etti. Çıktık uzunca bir yürüyüşten sonra mantar ve yenilebilir otlar topladık, ilginç bir deneyimdi. Ben bu mantarın sadece markette satıldığını zannediyordum. Gerçi iki saatlik yürüyüşün ardından topu topu on tane mantar bulmuştuk. Çiçekli yaylasından ayrılıp zor ve çalkantılı bir yolculuktan sonra dere üzerinde kurulu minicik bir taş köprünün yanından geçtik, bu kadar küçüğünü hiç görmemiştim. Kılavuzum atıldı:
- Az ilerisi Taşköprü yaylası.
Demek ismini buradan alıyor diye düşündüm. Az ileride diğer yaylanın aksine içinde camisi ve dükkanları olan kalabalıkça bir yere geldik.
- İnip bir çay içelim, buraların çayı güzel olur, dedi kılavuzum. İndik, gayet salaş bir yerde kurulu kahvede çayımızı yudumladık. Gerçekten güzeldi çay. Çıkıp cami avlusunda elimizi yüzümüzü soğuktan ısıran bumbuz suyla yıkadık.
- İsterseniz sol taraftan gidip başka yaylalar görebiliriz, isterseniz sağ yoldan gidip önce Sarıtaş yaylasına ardından IV. Murat’ın 1635 yılında yaptırdığı caminin bulunduğu Camiboğazı’na gidebiliriz. İkinciyi tercih ettim. Gayet titreşimi bir yoldan ilerlemeye devam ettik, toz da cabası. Etraf öyle sevimi değildi, çimeneler ve dağlardan başka bir şey yoktu, etraf güzel kokuyordu ama. Nihayet Camiboğazı’na vardık. Aracımızı caminin yanına çektik. Duvarda yazılan bilgiye göre IV. Murat yaptırmış ama 1980 yılında yıkılıp yenisi yapılmış. Acaba ilk hali nasıldı?
.
Kılavuzum sefere giden sultanın burada konakladığını anlatıyordu. Bitirince yemek yiyelim dedi, bu dağ başında ne yiyecektik. Gidip gayet salaş bir yere oturduk yine. Buraların modası buydu sanırım. Böyle bir yerde ne yenirdi tek çeşit. Mecburen söyledik açlıktan karnım zil çalıyordu çünkü. Yemeğimiz hazır edildi, açlıktan mı oranın yerli ürünü olmasından mıdır bilmem nefis bir et yedim. Yemeğin ardından aynı yollardan mı geri döneceğiz dedim.
-Yok, istersen çok daha kısa bir yoldan Sümela yolundan gidebiliriz. Burada her yer birbirine bağlıdır. Sevindim, gayet kısa ama içinde insanların olduğu yoldan geri döndük, yorucu ve güzel bir gün olmuştu.
Bugünkü planım Atatürk Köşkü’ne gitmek ama önce Uzunsokak’ta bir kahvaltı yapacağım, bu arada bu sokak sadece yayalara ait. Trabzon’a özgü simit eşliğinde kahvaltımı bitirdim ve kalktım. Atatürk Köşkü, Meydan denilen buranın en merkezi yerinden bayağı uzak. Bu sebeple dolmuşla gideceğim. Yedi kişilik minibüsleri var, en güzeli ayakta kalma derdi yok. Sayısız ağaç ve çiçekler arasından ilerlerken şehir bitti, bir çam ormanından geçtik. 15 dakikalık bir yolculuktan sonra Atatürk Köşkü’ne vardım. Atatürk Köşkü’nün dışı bembeyazdı. Etrafta da binlerce çiçek vardı ve bahçesi cıvıl cıvıldı. Daha önce böyle harika bir yer görmemiştim. İçeri girmeden önce bize broşür verdiler. İçeri adımımı attığımda beş pencere ve büyükçe bir balkon dikkatimi çekti.
İçeride pek çok oda vardı ama hepsine girmemize izin vermiyorlardı, sebep olarak da hassa ve kırılabilir eşyalardan ötürü girilmediğini öğrendik. İçeride Atatürk’ün özel eşyalarının bulunduğu toplantı ve yatak odası ve köşkün diğer bölümleri vardı. Atamızın özel eşyalarını yakından görmek beni duygulandırmıştı. Atatürk Köşkü şu ana kadar Trabzon’da gezdiğim yerler içinde en anlamlı ve güzel olanıydı. Trabzon’daki gezimin yavaş yavaş sonuna geliyordum, akşama kadar şehrin en merkezi caddelerini gezdim. Maraş Caddesi, bu cadde Kahramanmaraş ile kardeş şehir olduklarından bu adı almış. Kunduracılar Caddesi. Kunduracılar Caddesinde trafik yok.
İçinde kuyumcular ve giysi üzerine bir sürü dükkân var. İğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık ve dar. Sonunda da Kemeraltı diye bir yer var. Şehrin içindeki gezimi tamamlayıp kaldığım yere geri döndüm. Bir sonraki gün gezi rotamda olan Ordu’ya gitmek için erken kalkmam lazımdı. Sabah erkenden kalktım. Valizimi alıp otogarın yolunu tuttum. Otobüse binerek yeni maceraların beklediği Ordu’ya doğru yol almaya başladım.
Yolculuğum esnasında geçmiş birkaç günümü ne kadar güzel ve dolu dolu yaşadığımı,aslında Trabzon'da, memleketimde meğer ne çok saklı güzellikler olduğunu keşfetmiştim. Sonra elime telefonumu alarak Ordu'da yaşayan,üniversiteden bir arkadaşımı aradım. Geleceğiden haberdardı. Tahmini iniş saatimi kendisine bildirip kapattık. Daha sonra Ordu'nun gezilecek yerlerini,lezzetlerini, kültürünü anlatan kısa bir araştırma yaptım. Vakit o kadar hızlı ilerlemiş ki,haberlerde de sık sık duyduğum o uçsuz bucaksız denizin üzerine yapılan OR-Gİ (ORDU- GİRESUN) Havaalanı yazısını farkettim birden. Evet sanırım Ordu'ya giriş yapmıştım. Yaklaşık 20 dakika sonra otobüsüm otogara giriş yaptı. Arkadaşım beni bekliyordu.
Valizimi de alıp birlikte kahvaltı yapmak için yola düştük. Benim için güzel bir yöresel köy kahvaltısı aplanlamış. Bu fikre bayıldım. Arabaya binerek Ordu'nun yaklaşık 5km uzağında bulunan Çavuşlar Köyüne çıkıp "Atlantic Natural" diye bir mekanda harika bir köy kahvaltısı yaptık. Yöresel lezzetlerden turşu kavurması, yağlı ekmek, melocan kavurması, patates kavurması ve ev yapımı reçeller benden tam not almıştı. Artık gezmeye başlayabilirdik. İlk olarak teleferikle Boztepe'ye çıkacaktık. Bu arada arkadaşım planlamayı gerçekten çok güzel yapmıştı. Bu da benim işimi daha da kolaylaştırdı ve mutlu etti.
ORDU Boztepe teleferik hattı, Karadeniz’in en meşhur turizm bölgelerinden biridir. İlçe merkezi ile arasında yaklaşık 2.350 metre mesafe bulunuyor. Teleferik hattında 7 adet direk bulunmaktadır. Teleferik yolcu kapasitesi ise tek yön olarak saatte 250 kişidir. İstasyonda yıllık ortalama 750.000 kişi taşınmaktadır. Bu bilgileri arkadaşım anlatırken bir taraftan da Ordu eşsiz manzarasıyla ayaklarımın altındaydı. Ortalama 7 dakikalık bir yolculuktan sonra Boztepe’deydik artık. Kısa bir gezinti yapıp manzaraya karşı arkadaşımla çaylarımızı yudumlarken eski günlerimizi de yâd ettik. Bu arada Ordu'yu bu görüntüsü ile hafızama da kaydettim. Daha Sonra Tekrar teleferikle dönüş yaparak şehir merkezine indik.
Burası Ordu'nun en işlek ve en kalabalık, adına da FİDANGÖR denen caddesiymiş. Gerçekten de sanki Ordu'nun kalbi burasıydı. Uzun bir cadde olup, sağlı sollu çeşitli mağazalar, cafeler ve aklınıza gelebilecek, aradığınız her şeyi bulabileceğiniz harika bir cadde. En güzel tarafı da trafiğe kapalı olması.
Arkadaşımla hep sohbet edip hem de kısa bir tur attık Fidangör'de.O sırada ara sokaklardan birinde, Fidangör'den de görebileceğim noktada bir kalabalık dikkatimi çekti. Arkadaşıma sorduğumda orada bir pidecinin olduğunu ve 1967'den beri bu lezzeti koruduğunu ve buranın da kuşaktan kuşağa aktarıldığını anlattı. Yaklaşık yarım asırdır Ordu'ya hizmet veren bu tadı açıkçası ben de çok merak etmiştim.
Birlikte o kalabalığın arasına karışarak sıraya girdik ve gerçekten bu pide şimdiye kadar tattıklarım arasında benden tam not almıştı. Yemeğimizi bitirip denizin kokusunu içimize çeke çeke güzel bir sahil turu attık. Artık vedalaşma vakti gelmişti. Güzel anılar biriktirerek oksijen diyarı Ordu'dan ve arkadaşımdan ayrılarak yeni yerlere yelken açmak için yola koyuldum. Rotam belli... Bekle beni FATSA... Hemen sahilde bulunan Fatsa dolmuşlarına binerek denizi seyre daldım ve güzel anılarla ayrıldım Ordu'dan...
Fatsa ,tam bir sahil şehri görüntüsünde.Enfes bir sahil şeridi, çok güzel yeşillendirilmiş, yürüyüş parkurları yapılmış. Dolmuştan inip bu sahilin tadını çıkarmak istedim. Simit, çay alıp denize karşı bir banka oturdum. İskeledeki balıkçıları , sahilde koşturan çocukları seyrederek çayımı içtim.
Burdan bir araç kiralayarak 4 km. uzaklıktaki Bolaman Kalesine doğru yola çıktım. Denize doğru hafifçe sokulan burun üzerinde zincirleme şekilde inşa edilmiş Bolaman Kalesi ve Haznedaroğlu Konağını ziyaret ettim. Bu tarih kokan yapılar 18. yy.'dan kalmaydı.Ordan 5 km. ilerideki Yason Burnu ve Kilisesine geçtim. 1860 yılında yapılan kilise onarılarak ziyarete açılmış ve yoğun olarak gezilen bir alan olmuş, deniz feneri de ayrı bir güzellik katmış.
Sırada üçüncü durağım Gaga Gölü var.Bu göl Fatsa-Aybastı yolunun 8. km.'sinde heyelan sonucu oluşmuş bir doğa harikasıydı. Fındık bahçelerinin ortasında bulunan göl, 1. ve 3. derece doğal sit alanı olarak korumaya alınmış.
Fatsa'da yemek için en çok tercih edilen mekan sahildeki Hünkar Restoran. Ben de yemeğimi orda yemeği tercih ettim, her çeşit et ve balık ürünü bulunan mekan övüldüğü kadar vardı.
Fatsa, her zaman aklımda yaşanacak küçük bir sahil şehri olarak kalacak. Gezilesi, görülesi bir güzellik..
Artık Samsun'a doğru yol alma vaktidir..
Ordu gezim esnasında çekmiş olduğum doğal güzelliklerin fotoğraflarını sosyal medyada paylaşmıştım. Bu fotoğrafları gören Samsun'da yaşayan bir akrabamız beni aradı. Ordu'ya kadar gelmişken Samsun'a, kendi yanına da uğramamı benden istedi. Önce istemesem de akrabam gelmezse çok üzüleceğini, bana kırılacağını söyledi. Akrabam ısrarı ve yeni yerler keşfetme arzumu daha fazla dizginleyemedim. Samsun'a gitmeye karar vermiştim. Bir anda kendimi Samsun'da bulmuştum. Akrabam Samsun'da da en az Ordu kadar güzel yerlerin olduğunu ve beni gezdirebileceğini söylemişti. Heyecanlandım ve mutlu oldum.
Öncelikle Samsun'un tabiat harikalarından bir yer olan Çarşamba ilçesindeki KabacevizŞelaleri'ni gezdik. Kabaceviz Şelaleleri, üç aşamadan oluşuyor. Şelalelerin olduğu bölge turizm açısından önemli bir yere sahip. Çünkü burada dağcılık, dağ yürüyüşü, foto safari yapılabiliyor. Bunların yanı sıra piknik yapma imkânı da bulunuyor.
Çarşamba'dan sonra Canik ilçesindeki Gölalan Şelaleri'ni gezmeye gittik. Samsun merkeze yakın Gölalan Şelaleri’ne, Eski Samsun-Kavak karayolu üzerinden asfalt yolla Gölalan köyüne ulaştık. Ulaşım yolu asfalttı. Kiraz ağaçları doğası ve merkezindeki asırlık selvi ağacıyla Samsun'daki Gölalan köyü bu şelalelere ev sahipliği yapmakta.
Daha sonra da Samsun'un İlkadım ilçesinde yer alan Fener Plajı'na gittik. Fener Plajı, şehir merkezine 2 km. havaalanına ise 26 km. uzakta. 235 metre uzunluğunda 48 metre genişliğindeki Fener Plajı temiz ve ince kumlara ev sahipliği yapmakta.
Fener Plajı'ndaki gezimizden sonra 19 Mayıs ilçesindeki Galeriç Ormanlarını görmeye gittik. Burası ülkemizin nadir subasar ormanlarından birisi. En ilginç yönü ise ilkbaharda tabanı tamamen suyla kaplı olan yaprak döker ormanlardan oluşması. Biyolojik çeşitlilik bakımından oldukça zengin olan ormanda 35 kuş türü kuluçkaya yatmaktadır.
Galeriç Ormanlarından sonra yine 19 Mayıs ilçesinde bulunan Nebiyan yaylasını gezmeye gittik.1224 metre yüksekliğe sahip bu alanda manzaranın seyredilmesinin yanı sıra tırmanma, yayla turizmi, dağcılık, yamaç paraşütü, yürüyüş parkuru, tırmanış ve safariler yapılabilir.
Nebiyan yaylasından sonra çok ilgi çekici bir yer olan Bafra ilçesindeki Kuş Cenneti'ni görmeye gittik. Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti olarak bilinen bölgede 340 kuş türü saptanmış olup bu türlerin 140 adedi bu alanda üremelerini gerçekleştiriyor. Kızılırmak Deltası Kuş Cennetinde 1 adet ziyaretçi merkezi, 1 adet yönetim merkezi ve 2 adet kuş gözlem kulesi bulunuyor.
Ardından yolumuz Yakakent ilçesindeki Çam Gölü'ne düştü. Çam Gölü, Yakakent'in 4km. doğusunda yer alıyor. Sahile dik inen yamaçların önünden denize paralel yolun solunda pansiyon ve restorantlar var. Rüzgâr müsait olduğu zamanlarda sahilde de çadır kurulabiliyor. Farklı bir deneyim, keyif alacaksınız.
Samsun gezimizde sırada Vezirköprü ilçesi vardı. Vezirköprü’nün 17 km. kuzeybatısında bulunan Şahinkaya Kanyonu'nu gezdik. Kanyon, dağ oluşumu ve akarsu aşındırması sonucu meydana gelmiş. Kente gelen yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı konumunda.
Vezirköprü'de ziyaret ettiğimiz bir diğer doğal güzellik, Kunduz Ormanları oldu. Burası yeşil örtüsü ve benzersi bitki örtüsü ile birbirinden ayrılır. Yaz kış ziyaret edebileceğiniz bu saklı cennet için siz de geç kalmadan planlarınız yapmaya başlayabilirsiniz.
Samsun gezimizin son durağında Tekkeköy ilçesindeydik. İlçede geçmişi Eski Taş Çağına uzanan Mağaralar dikkat çekici. Bu mağaralar Karadeniz Bölgesinin en eski yerleşim yerlerinden ve kesinlikle görülmeye değer.
Akrabam ile Samsun'dan ayrılmadan önce uzun uzun sohbet edip hasret giderdik. Kendisine beni Samsun'u gezdirdiği için defalarca teşekkür ettim.
Karadeniz’in tüm güzelliklerini içime çektikten sonra bedenimi yeni yerler keşfetme dürtüsü ele geçirmeye başlıyordu. Çok gezen mi bilir? Çok okuyan mı sualine artık verecek bir cevabım vardı benimde: Çok gezen zaten çok okuyordu haliyle de çok şey biliyordu ve yeni rotam Güneydoğu ve Peygamberler diyarı olan ili Şanlıurfa ya doğruydu. Ordu’dan direk uçuşlar olmadığı için kendi aracımla yola koyuldum ve sabahın ilk ışıklarıyla kadim şehir bana hoş geldin diyordu. Araştırmalara göre burada kahvaltı ciğer kebabıyla yapılıyordu. Tabii ki bunun yanında geleneksel kahvaltı mekânları da çok meşhurdu. Ama ben tercihimi şehrin ünlü ciğercisi Hasan ustadan yana kullandım. Kahvaltı merasimi bittikten sonra şehre yaklaşık 1 saat mesafedeki Harran'a geçtim,
Dünyanın ilk üniversitesi olan Harran üniversitesinin kalıntılarını ve Bazda magmalarını ve konik kubbeli Harran evlerinin bulunduğu kısmı gezdim ve bahçesine hazırlanmış yöresel sedirlerde sıcak hava dolayısıyla soğuk bir limonata içmeyi tercih ettim. Geri dönüş yolunda şehrin ünlü şahsiyetlerinden Hayati Harranni Hz. türbesini ziyarette bulundum ve akşam için Gülizar konuk evinde rezervasyon yaptırdığım için sıra gecesi eğlencesine doğru şehir merkezine geldim. Sıra gecesi şehrin doğasına özgü türkülerle ve benim gibi şehri ziyarete gelen konukların istek türkülerinden söylemlerle başladı. Şanlıurfaya ait patlıcan kebabı ve çeşitli mezeler.
Müzik eşliğinde gecemiz devam ederken saat 21.00 gibi meşhur çiğ köfte yoğurma merasimiyle kültürel yapıyı bizzat hissettim.Ama şehirde ilk gün için alışamadığım şey her yerde ücretsiz ikram edilmesine rağmen bir Karadenizli olarak damak tadıma aykırı Kaçak çayın tadıydı galiba.O gece konukevinde konakladıktan sonra güneşin doğusunu GÖBEKLİTEPE de izlemek için erkenden yola koyuldum .Şehir merkezine yaklaşık 25 km olan Göbeklitepe ülkemizde 2019 yılına adını vermişti o yüzden çok meraklıydım.Güneşin doğusunu dağ yamacından izledikten sonra müzenin açılış saatini bekleyip ilk olarak sinevizyon gösterisine katıldım oradan da servislerle GÖBEKLİTEPE gezi alanına geçtim.12.000 yıllık bir tarih karşımdaydı
Bilgilendirici levhaları okuduktan sonra aslında buranın ne denli önemli olduğunun farkına varmıştım burası dünyanın en eski yerleşim yeri ve tapınağının bulunduğu yerdi ve şu güne kadar bildiğimiz tarih şeridini yerle bir ediyordu...
Öğrendiklerim beni büyülemiş ve ordan şehrin merkezinde yer alan ve şehrin simgesi olan HZ. İBRAHİM peygamberin ateşe atıldığına inanılan BALIKLI GÖLDE soluğu aldım.HZ.İbrahim peygamberin doğduğumağara,rivayete göre ateşe atıldığı mancınıklara kadar çıktım,mancınıklara çıkarken mağara şeklinde çok güzel kafeler vardı ben sadece gezmeyi tercih ettim.Oradanbalıklıgölün park kısmını gezerek dergah çarşısına doğru ilerledim.Bu çarşı yöresel yiyecekler ,kıyafetler,bakırlar,baharatlarla dolu bir çarşıydı ve çok büyüktü.
Balıklıgöl'ün her yerini tam anlamıyla gezmem tam bir günümü alabilirdi.Hızlıca bir tur atarak daha önce e-Twinning ortamında proje ortağı olan öğretmen arkadaşımın Şanlıurfa’da olmasıyla ve tavsiyesiyle GÜMRÜK HAN da buluşmak üzere anlaştık. Hanın meşhur kahvesi olan Fıstıklı MENENGİÇ kahvesini denedim tek kelime ile mükemmel.Arkadaşıma gezdiğim yerleri anlatınca ,şehrin neredeyse her yerini gördüğümü söyledi.Ama hala elimizde görülecek yerlerin olduğunu vurgulayarak yarın HALFETİ ye gitmek için sözleştik.Ama arkadaşımın beni bırakası yoktu önce beni bir tatlıcıya götürdü künefe çok güzel yapılıyormuş burada ,çok güzel görünüyordu ve şehrin milli tatlısı ŞILLIK gece çok geç olduğundan ve daha hafif bir tatlı olduğundan şıllık tatlımızı yiyip arkadaşımla ayrıldık.
Ve Ertesi Gün.HALFETİ Fırat nehrinin ATATÜRK BARAJI kısmı oluşturulurken nehir altında kalmış güzel bir ilçeymiş ,batının tatil kasabaları gibi geldi bana güneydoğunun sarımsı kurak yüzünün yanı sıra burası yemyeşildi.Tekne turu yaptıktan sonra ilçede güzel bir gezinti yaptık baraj kenarında balık lokantaları olmasına rağmenyemeğiburda yemeyi tercih etmedik çünkü daha lezzetli yöresel yemekler tatmak istiyordum ve arkadaşım beni şehrin bir diğer ilçesi BİRECİK'e götürdü orada Gülbaba restoranda haşhaş kebabı ve patlıcan kebabı karışık bir menü yedik ,ziyarete gelenlere hep bu menüyü veriyorlarmış ama zaten kebaplık patlıcanında başkenti burasıymış enfes bir lezzetti.
Birecik Fırat Nehri kenarına kurulmuş bir ilçeydi ve şehirden ayrılmadan önce nehir üzerine kurulu İskele kafeye kahve içmeye gittik .Birecik in meşhur kelaynak kuşlarını görüp ,yöresel dizayn edilmiş bu kafeden sonra aslında gezemediğim tadamadığım bir çok lezzeti daha kapsamlı bir GÜNEYDOĞU turuna bırakarak ,arkadaşımla vedalaştım ve sıradaki rotama doğru yola koyuldum.
Güneydoğu gezimden sonra Osmanlı'nın kuruluşunun gerçekleştiği Bilecik'e gitmeye karar verdim. Yol çok uzun olduğu için uçakla önce Ankara'ya oradan hızlı tren ile Bilecik'i gezmeye başlayacağım. Uçak ile Ankara indim hızlı tren ile Bilecik'e bilet alırken İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersinden aklımda kalan İnönü Savaşlarının yaşandığı yerler olan Bozüyük ilçesine uğramaya karar vererek biletimi aldım. Bir etwinning projesinde tanıştığım Bozüyük'de yaşayan arkadaşım Mehmet'i aradım yolda ve beni alacağını söyleyince çok sevindim. Bozüyük’e hızlı trenden inince arkadaşım çoktan gelmişti bile. Daha sonra beraber merkeze geçtik.
Mehmet bölgeye özgü bir içecek olan Bozadan içirdi çok değişik ve hoş bir tadı vardı, hastalıklara iyi geldiğini ve bağışıklığı arttırdığını öğrendim. İnşallah bizim oralarda da bulurum bozayı. Daha sonra arkadaşımla beraber İnönü Savaşlarının gerçekleştiği Metris Tepe’ye çıktık gerçekten çok etkileyici bir yerdi. Oradaki yazıtları okudum. Daha sonra İnönü Zafer törenlerinin yapıldığı İnönü Şehitliğini ziyaret ederek duamızı ettik. Daha sonra Mehmet beni evinde misafir etti. Güzel bir kahvaltı sofrası vardı buralarda haşhaşlı bükme denilen çok lezzetli bir börek var tavsiye ederim. Daha sonra beraber Osmanlı’nın kurulduğu Söğüt'e geçtik. Burada Ertuğrul Gazi Türbesi'ni ziyaret ettik. Söğüt ziyaretinden sonra Bilecik merkeze doğru yol aldık.
Bilecik küçük bir il ancak tarihi olarak çok önemli bir yere sahip. Bilecik' şehir müzesini ziyaret ettikten sonra Osman Gazi'ye öğütler veren ve Bilecik her yerinde ismi geçen Şeyh Edebali Türbesi'ne uğramadan olmazdı."İnsanı yaşat ki devlet yaşasın"sözü Bilecik'te toplantı salonlarında yazılı olduğunu gördüm. Bilecik’ten Bozüyük'e dönerken Mehmet biranda Pazaryeri adı verilen küçük bir ilçeye doğru döndü. Burada Pazaryeri Helvasının tadına baktım çok lezzetliydi. Tavsiye ederin sanırım tahinden yapılıyormuş. Daha sonra doğa harikası olan Bozcaarmut ve KüçükelmalıGöletleri'nigördüm gerçekten ülkemizin her yeri ayrı bir cennet. Daha sonra Bozüyük'e geri döndük. Arkadaşımla akşam güzel bir çay içerken bir dahaki rota üzerinden sohbet etmeye başladık.
Bir sonraki rota için çok uzağa gitmeden harika denizi, koy ve körfezleri olan hatta halk arasında Küçük İstanbul'u andıran Bandırma şehrini belirledik. Rotamızı belirlemenin rahatlığı ile derin bir uykuya daldık. Sabah mis gibi bol oksijenli bir havada uyandık. Bilecek de kahvaltı yapmak yerine yol üstünde bir yerlerde kahvaltı yapmaya karar verdim. Bilecik -Bandırma arasında Marmara'nın en güzel şehirlerinden olan Bursa'ya uğramaya ve kahvaltıyı burada yapmaya karar verdim. Hiç vakit kaybetmeden Bursa'da harika bir tarihi mekânda kahvaltı yaptım.
Bursa’nın ihtişamı karşısında inanılmaz büyülendim ve hemen not defterimi çıkardım bir sonraki gezi için Bursa'yı belirledim.Çünkü Bursa bir günde gezilecek bir mekân değildi bunu daha Bursa'ya ilk girişte anladım hatta Bursa için bir hafta ayrılmamgerektiğini Bursa'dan bandırma'ya doğru hareket ederken anladım. Bandırma’da beni yıllar önce dersime giren Sosyal Bilgiler öğretmenim olan Sonay Şener karşıladı. Onu karşımda yıllar sonra görmenin heyecanını düşüncelerimle anlatamıyorum gerçekten çok sevindim.Sosyal medya sayesinde çok sevdiğim öğretmenim ile iletişi hiç koparmamıştım.Beni her zaman ki gibi en içten ve sevecen haliyle karşıladı. Uzun uzun Marmara Denizi kıyısında bir çay bahçesinde sohbet ettikten sonra artık gezmek için sabırsızlanıyordum.
Gezecek daha çok yerim vardı ve zamanım azalıyordu. Hocam bana nereleri gezeceğimizin bir listesini yapmış ondan aldığım listeyi görünce heyecanım biraz daha arttı. İlk olarak Bandırma şehri eskiden Pers Krallığının yaşadığı bir yermiş ilk olarak bu krallıktan kalan tarihi kalıntıları gezdik ve inanılmaz hikâyesini de hocamdan dinledim. Tarihi kalıntıları gezdikten hemen sonra inanılmaz koy ve körfezleri içinde barındıran Kapıdağ Yarımadasını gezemeye başladık. Manzara karşısında başım döndü masmavi deniz ve inanılmaz doğa bir arada sanki kendimi Karadeniz’de zannettim.
Deniz turumuz bittikten sonra Tarihi çok seven Sonay hocam beni Kurtuluş Savaşında önemli role sahip olan Bandırma şehrinde olan Son Kurşun anıtına götürdü. Tepede kurulmuş anıt Kurtuluş zaferini ne güzelde anlatıyordu. Şehre tekrardan inince sularla çevrilmiş olan şehrin yine sulu bir doğal harikası olan Manyas Gölüne doğru yola çıktık. Manyas Gölü eşsiz kuşları içinde barındıran Kuş Cennetiydi. Bu kadar çok rengârenk kuşu bir arada görünce neden isminin Kuş Cenneti olduğunu anladım. Tam bir doğa harikasıydı. Eşsiz, güzel ve özel kuşları bir arada görmek beni çok mutlu etti. Gezimizi çok sevdiğim hocam ile yapmak da bu gezinin ayrı güzelliğiydi.
Gün içerisinde aldığım bol oksijen beni bayağı yordu. Gezimin bu kadar harika geçeceğini hiç düşünmemiştim. İyi ki dedim kendime ben bu geziye çıkmışım. Gittiğim ve gezdiğim her yer yerde büyülenmek beni çok mutlu etti.
Artık hava kararmaya ve gün bitemeye başladı. Uyumadan önce bugün küçük ama doğası eşsiz olan Bandırma şehrini düşündüm. Ne güzelde bir gezi oldu. Ülkemin güzellikleri karşısında her gezdiğim yerde hayranlığım arttı. Evet, artık çok geç oldu yarın için hazırlanmam ve dinlenmem lazımdı. Gün boyu aldığım bol mavi, temiz ve oksijenli Bandırma havasının etkisi ile derin bir uykuya daldım
Bandırma’dan sonra İç Anadolu’ya tarihte önemli uygarlıkların merkezi olan Afyonkarahisar’a doğru yola çıktım. Coğrafi olarak ilginç bir bölgeydi Afyon. Ege Bölgesi olmasına rağmen İç Anadolu Bölgesi özellikleri taşıyordu.
Afyonkarahisar yıllardır beni cezbetmişti. Kurtuluş Savaşı’nın kazanıldığı toprakları bir gün muhakkak görecektim. Bandırma’dan sonra aklımda bir çok soru ve gezilecek yerler listesi ile yola çıkmıştım.
Afyonkarahisar’a vardığımda vakit öğle vaktiydi. İlk iş şehrin ortasında kuğu gibi narin duran cami dikkatimi çekti. Gedik Ahmet Paşa Camii Külliye'sinde namazımı kılıp camii imamından yapılış hikâyesini dinledim.1482 yılında Fatih Sultan Mehmet ve II. Bayezid zamanında Veziriazam Gedik Ahmet Paşa’nın Anadolu beylerbeyliği zamanında yapıldığını öğrendim. Arka avlusunda o dönem yapılırken medrese, sübyan mektebi ve hamam da yapıldığını tam bir külliye olduğunu öğrendim. Şehrin en ünlü restoranı Aşçıbacaksız’da yemek yemem söylendi ve yol tarifi ile Afyon’un eski yerleşim yerlerinden bir sokağına girdim ve küçücük bir dükkânla karşılaştım.
Herkesin bahsettiği lokanta burasıymış. Sadece öğlen yemek oluyormuş ve o da hemen bitiyormuş. Şansıma o gün yemek kalmış. Lokanta sahibi ile babadan toruna geçen bu mekânda artık alışkanlıktan bu işi yaptıklarını dinledim. Yemekten sonra lokanta sahibi beni kahve içmeye yine birkaç metre ileride Taşhan’a götürdü.17.yy da burası zamanın yemenici esnafının da yardımıyla Hacı Üveys tarafından yaptırılmış. İki katlı olan han,2017 yılında restore edilerek hem yıkılmaktan kurtarılmış hem de turizme kazandırılmış. Dingin ortamda ney sesi eşliğinde kahvelerimizi içtik. Çıktığımızda arkamızda duran devasa kaleyi gösterdi lokantacı arkadaş. Meşhur Afyon Kalesi olduğunu, volkanik sönmüş bir yanardağ olduğunu söyledi.
Çok eski uygarlıklara ev sahipliği yapan Afyonkarahisar’ın M.Ö 1350 yılında Hitit İmparatoru II.Murşil zamanında Arzava Seferi’nde müstahkem mevkii olarak kullanıldığını öğrendim.Taa o zamandan günümüze kadar bu bölgede yaşayan uygarlıklar için saklanma ve korunma amaçlı kullanıldığını,surlarının Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat zamanında onartıldığını ayrıca kaleye küçük bir saray ve mescid de yaptırıldığını,sonra 1573 te de Osmanlı Sultanı II.Selim’in emriyle kalenin burçları,sarnıçları ve kulesinin tekrar onarıldığını söyledi.Bu güzel bilgiler için teşekkür ederek Kurtuluş Savaşı’nın kazanıldığı toprakları görmek istediğimi söyledim.Benim Kalecik’e gitmem gerektiğini yolun biraz süreceğini oradan da Kocatepe’ye devam edeceğimi söyledi
Şehir merkezinden tarihte bir çok uygarlığın beşiği olan Afyon’u yıllar önce ziyaret eden ünlü seyyah Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden okumuştum.Onun gözlemleri ile şehri gözden geçirerek Kalecik (yeni adı Kocatepe) beldesine yol aldım.
Tarihte iki yıl Yunan işgali altında kalan Afyon’un Milli Mücadeledeki yeri her zaman ayrıdır benim için. Büyük Taarruz Savaşı’nın kazanıldığı ve düşmanın yurttan Ata’mızın önderliğinde atıldığı bu savaş sonrası Yunan geri çekilmeye ve kaçmaya başlayarak İzmir’e kadar çekilmiş ve ülkemiz işgalden kurtulmuştu.Atatürk’ün Kocatepe’deki savaş alanındaki kazılmış fotoğrafının olduğu çukuru görmek beni çok duygulandırmıştı.
Yüksekliğin rakım olarak 1800 m olduğunu bilmek ve dondurucu soğukta Türk askerinin nasıl dayandığını düşünerek Atatürk ve silah arkadaşlarına şehitlikte dualarımı ettikten sonra hem dinlenmek hem de ısınmak için şehrin doğal yeraltı suları ile meşhur Gazlıgöl’e doğru yoluma devam ettim.Akşam olmuştu ve çok yorulmuştum.Kaplıcalar diyarı Gazlıgöl’de kalacak güzel bir yer bulduktan sonra akşam yemeğimi yer yemez dinlenmek için kaplıcanın şifalı sularına kendimi bıraktım.Bir yandan da Gazlıgöl adının nereden geldiğini de merak ediyordum.Havuzdan çıktıktan sonra otelin lobisinde çayımı yudumlarken sehpanın üzerindeki broşür dikkatimi çekti.Broşürde Gazlıgöl efsanesinden bahsediliyordu.
Burada M.Ö738-696 yılları arasında yaşamış Firig kralının uzun yıllar sonra bir kızının olduğu ve kızının genç kızlığa adım attığı çağlarda illet bir hastalığa yakalandığını,her yerinin sulu çıbanlarla dolduğunu ve hekimleri çare bulamadığı için kızının bu üzüntüden dolayı kendini yollara atığını babasının da peşine gözcüler taktığından bahsediliyordu.Ne olduysa kral Midas’ın kızı Afyon topraklarındaki bugünkü Gazlıgöl mevkiine geliyor.Hava çok sıcak olduğu için su arayan güzel Suna yeşilliklerin olduğu bölgeyi fark ediyor ve çevredeki bataklığa aldırmadan suya koşmuş ve sudan kana kana içmiş.Bir de bakmış ki suyun yansımasında vücudundaki çıbanların kaybolduğunu fark ediyor ve kendini çamurlu suya bırakıyor.
Suyun verdiği rehavetle ve yürümekten oluşan yorgunlukla orada uykuya dalmış.Uyandığında ise ne görsün bütün iltihaplı yara ve çıbanları gitmiş.Bunu gören gözcüler hemen kral Midas’a haber vermişler.Kral Midas sevinçle kızının yanına gelmiş ve bunun nasıl olduğunu sormuş.Kızının anlatımının üzerine hemen oraya bir hamam yaptırmış tüm derdi,hastalığı olanlara şifa olsun diye.Okuduklarımdan o kadar çok etkilenmiştim ki havuzun verdiği rahatlamayla uykuya dalmıştım.
Ertesi sabah uyandığımda ne kadar enerjik olduğumu fark ettim. Sabah kahvaltısından sonra kendime gezilecek yerlerin rotasını çizerek yola çıktım ilk önce Firig Vadisi ne doğru yola çıktım.
Döğer kasabasındaki Kervansaray’ı dolaştıktan sonra Emre Gölü’ne doğru yoluma devam ettim.Yol boyunca kayalıklar ve oyuntular dikkatimi çekiyordu.DağlıkFirigya bölgesi geniş bir alana yayılmıştı.Onun için gezilecek yerleri belirlemeliydim.En çok Firig antik kenti ile Peribacalarını görmek istiyordum.Firig Antik Kentinde kayalıkları oyarak kaya ve anıt mezarlarını ve kaya evlerini merak ediyordum.Metropolis ile başladım.Kaya şehirdi burası.Devasa bir kayayı günümüzün rezidansı şeklinde katlarca oyarak yapmışlardı ve bu beni çok şaşırtmıştı.Düşmanları savaştığı sırada kaya şehre girip saldırılara karşı kendilerini korumaları mükemmeldi.Depolarının yanı sıra her şeylerini barındırdıkları şehir o günlerde düşünülmüş enteresan bir şeydi.Devamında Emre Gölü ve buradaki yer altı yerleşimleri de oldukça güzeldi.
Anladım ki ben Firig Vadisini bir güne sığdıramayacağım.Bir dahaki gelişimde sadece burayı gezmek için kendime söz verdim.Emre Gölündeki Firig Kayığına binip göl turu atarken etraftaki eşsiz kayalıkları da bir taraftan fotoğraflıyordum.Gölün adını aldığı Yunus Emre türbesini de dolaşarak Ayazini’ne doğru yoluma kaya şehirler ve anıt mezarlar arasında Aslantaş ve Yılantaş kaya mezarlarının arasından Avdalas Kalesi’ne doğru yoluma devam ettim.Avdalas Kalesi inşa edilmiş bir yer değil bölgenin genel durumu kayalıkların oyulması ile kale haline getirilmiş bir yerleşim yeri.BuradanAyazini Kilisesine doğru devam ettim.Burası da kayaya oyulmuş 1000’li yıllarda oluşturulmuş Bizans dönemine ait bir kiliseymiş.
Gezdiğim yerler aklımda kalarak kaldığım otele doğru yoluma devam ettim.Afyon’un eski şehirlerden biri olması geçmişten günümüze bir çok uygarlığa ev sahipliği yapması,geçmiş ve günümüz tarihindeki yerini düşündükçe buraya daha önceden gelmediğime hayıflandım.Otelde kahvemi yudumlarken buralı olduğunu tahmin ettiğim bir amca köyüne gitmek için son arabayı kaçırdığını,çok uzak olmadığını belirterek onu götürmemi rica etti.Memnuniyetle dedim ve yola çıktık.Amca bu bölgenin çok özel olduğunu ve doğal peribacalarının ismi duyulmadığı için bilinmediğini söyledi.Amcam köyün neresi ben de bir gezginim deyince tam da yerine gidiyoruz dedi.Üçler Kayası köyü.
Köyün ilk adı Lion(Aslan)’mış. Köyün etrafının peribacaları, mağaralar ve yüksek tepelerle çevrili olması ve köydeki tarihi kayalarla üç adet kral mezarının olması sebebiyle Cumhuriyet Döneminde buraya Üçler Kayası adı verilmiş. BuradaFiriglerden önce Hititlerin yaşadığı bilinmektedir. Köyün her tarafı kaya ve tüf oluşumları ile dikkat çekmekte. Üçler Kayası köyü asla aklımdan çıkmayacak. Saymakla bitiremeyeceğim. Nekropol,Kaya Mezarları,Kral ve Kraliçe Koltukları,BostanTepesi,ŞarapDeposu,MitolojikZindan,AdakTepesi,Antik Kağnı Yolları,Kale,NallıkayaMağarası,Aslankaya Açık Hava Tapınağı,...daha anlatamadığım bir çok şey.
Köyden çok etkilenmiştim.Hasan amcaya iyi ki getirmişim seni dedim.Hasan amca evine davet etti.İnanamadım bu bölgenin en ünlü restoranı ve Firig evine misafir olmuştum.En önemlisi de Firig Kazı yemek nasip olmuştu.Hasan amca ve ailesine beni ağırladıkları için teşekkür ederek otelime döndüm.Bu günün yorgunluğunu atmak için şifalı sulara kendimi bırakıp hemen uyudum.sabah kalktığımda ise kahvaltıdan sonra damağımda gastronomi şehri ilan edilen Afyonkarahisar’ın yemekleri damağımda, aklım geçmişten günümüze uygarlıkların beşiği olan Afyonkarahisar’da gezdiğim gördüğüm yerlerle yola çıktım.
Afyonkarahisar'daki tarih kokan yerleri ve lezzetli yemeklerle dolu gezimden sonra ülkemin tam ortasında kalmış şirin ama oldukça güzel bir Anadolu şehri olan Niğde'yi gezmeye karar verdim. Niğde’ye gitmeden önce internette Niğde ile ilgili biraz araştırmayaptım. Çünkü şehrin ismi oldukça ilginç gelmişti bana. Araştırmam sonucunda ise Niğde'nin antik adının''NAHİTA''olduğunuöğrendim.Bahçeli buluntuları ve Çamardı-Kestel'de ortaya çıkarılan kalay madeni, Niğde tarihinin M.Ö 5000 yılına kadar uzandığını gösteriyormuş. Hitit ve Asur yazıtlarında da M.Ö 1800'den itibaren, bölgede 1000 yıl süreyle Hititlerin yaşadığı yazıyormuş...
Niğde maceramın oldukça ilginç olacağını düşünerek yola çıktım. Niğde’ye geldiğim zaman sabah saat 6 civarıydı, acıkmıştımda. Otogarda bir bardak çay içmek ve simit yemek için otogar çay evine gittim. Ben çayımı yudumlarken yaşlıca bir amca geldi,''HayırlıSabahlar''diyerek gülümsedi ve yan masaya oturdu. Amcaya simit ikram ettim, o da bir parça simidimden alarak ''Nerden gelir nereye gidersin?''diye sordu. Ben de Afyon'dan geldiğimi ve öncesinde yaptığım gezilerimden kısaca bahsettim. Amca Çamardı’lıymış. Çamardı Niğde merkeze 70 km uzaklıkta küçük bir ilçeymiş.Bana eğer Niğde'yi gezeceksem önce Çamardı'da biraz doğanın tadını çıkarmamı tavsiye etti.
Ben de amcanın tavsiyesine uyarak Niğde gezime Çamardı'dan başlamaya karar verdim. Önce gidip bir araç kiraladım, sonra düştüm Çamardı yollarına. İnternetten Çamardı'da nereler gezilir bir bakayım dedim. Amca da bir şeyler anlatmıştı ama yine de ufak bir araştırma yapmanın doğru olacağını düşündüm. Çamardı’ya yaklaşırken Bulduruş yazan bir tabelanın yanında durdum,orada buz gibi suyu olan küçük bir çeşme vardı.Çeşmede elimi yüzümü yıkayıp şöyle bir etrafıma baktım.Etraf uçsuz bucaksız dağlarla kaplıydı sanki ama dağların içinden ucu sivri üçgen başı karlı bir tepe görünüyordu.Demirkazık dağı orası olmalıydı.
Oldukça heybetli ve ürkütücü gelmişti,çünkü araştırmalarımda dağcıların buraya tırmanmak için tercih ettikleri ve oldukça da sarp kayalıklar olduğu için ölümle sonuçlanan kazalara sebep olduğu da yazıyordu ama bir yandan da sanki güçlü bir şekilde kollarını açmış kucak açıyordu.İlk olarak Demirkazık dağının bulunduğu köye gitmeye karar verdim.Navigasyon beni köye götürdü.Evet tam karşımdaydı o heybetli dağ.Arabamı yolun kenarına yanaştırdığım sırada yanıma bir araba geldi.Arabadan inen kişi oranın av koruma görevlisi olduğunu söyledi.Merak ettim böyle kaya gibi duran dağda ne avlanması vardı ki? Adam bana burada dağ keçilerinin yaşadığını ve avlanmanın yasak olduğundan bahsetti.
- Full access to our public library
- Save favorite books
- Interact with authors
Bu kitap ''En Güzeli Benim Şehrim''eTwinning projesi öğretmen ve öğrencileri tarafından yazılmıştır.

Otuz yaşıma basalı sadece bir hafta oluyordu. Bir gün yan masamda oturan bir kaç kişinin yaşadığım şehirle ilgili ne çok şey bildiklerini fark ettim. Trabzon... Kilometrelerce uzaktan gelip benim şehrimi karış karış gezmişlerdi. Oysa ben 30 senede iki sokak öte gitmemiştim. Çok kızdım kendime ve neden bende onlar gibi olamayayım dedim. Biran da karar vermiştim. Önce kendi şehrimi tanımak istiyordum ve sonrada elimden geldiğince güzel ülkemi.
İlk işim Trabzon'u her yönüyle anlatan bir kitap almak oldu. Sayfaları okudukça şehrimin ne kadar büyüleyici bir yer olduğunu bir kez daha anladım. Güzel bir plan yaptım. Trabzon’un tarihi yerlerini gezmeye, lezzetlerini tatmaya kararlıydım. Ertesi sabah Ayasofya müzesine gittim. Oraya vardığımda müzenin yanında güzel bir mekânvardı. Mis gibi kuymak kokusu geliyordu. İnsanlar oturmuş keyifle kahvaltı yapıyorlardı. Ben de müzeyi gezdikten sonra nefis kuymaktan yedim
Daha sonra ne yapacağıma nereyi gezeceğime kara verebilmek için sosyal medyadan yardım aldım daha önce şehrimize gelen gezginlerin yazdıklarını okudum ve Ayasofya’dan ayrılarak şehir merkezine yürüyerek gitmeye karar verdim. Yolumun üzerindeki Kanuni Sultan Süleyman'ın doğduğu evi gezdim sonra yoluma devam ederek tarihi Zağanos Paşa köprüsünü geçerek meydana ulaştım burada ki Şehir Müzesi’ni gezdim ve yorulduğumu fark ettim bugünlük gezimi tamamlayarak evime döndüm.
- < BEGINNING
- END >
-
DOWNLOAD
-
LIKE(7)
-
COMMENT()
-
SHARE
-
SAVE
-
BUY THIS BOOK
(from $20.39+) -
BUY THIS BOOK
(from $20.39+) - DOWNLOAD
- LIKE (7)
- COMMENT ()
- SHARE
- SAVE
- Report
-
BUY
-
LIKE(7)
-
COMMENT()
-
SHARE
- Excessive Violence
- Harassment
- Offensive Pictures
- Spelling & Grammar Errors
- Unfinished
- Other Problem
COMMENTS
Click 'X' to report any negative comments. Thanks!